SON İRADE

1
sonirade.com
Türkiye’ye 1 trilyon dolar geliyor!
SON İRADE SİYASİ HABER SİTESİ
Antalya’daki G20’de temelleri atılan Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinde yeni dönem, Erdoğan’ın gerçekleştirdiği ziyaretle ileri düzeye taşınıyor. Ziyaret, büyüklüğü 1 trilyon doları bulan Suudi fonların Türkiye’ye yönlendirilmesi açısından önemli…

Erdoğan’ın, Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz Al Suud’un daveti üzerine gerçekleştirdiği resmi ziyaret, iki gün sürecek. Ziyaret kapsamında Kral Selman ile bir araya gelecek olan Erdoğan’ın ziyareti ticari açıdan da önem taşıyor. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in de katılacağı ziyaret sırasında bölgesel konuların yanı sıra ekonomik ilişkiler de masayaya yatırılacak. Ziyarette son 10 yılda düzenli bir şekilde artış gösteren Arabistan ile karşılıklı ticaretin, yeni anlaşmalarla daha da artırılması planlanıyor.

TİCARET SÜREKLİ ARTIYOR

Bu ülkeyle özellikle Yatırımların Karşılıklı Korunması ve Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi Antlaşması’nın imzalanmasının ardından ticaret 1,1 milyar dolardan 5,4 milyar dolara çıktı. Bu arada 2008’de kurulan 1 trilyon dolar değeri bulunan Suudi Arabistan Yatırım Fonu, dünyanın en büyük kamu sermayeli ‘yatırım fonu’ niteliğinde. Türkiye bu fondan daha fazla yararlanmak için ikili görüşmeler de yapacak. Petrol üreticisi Suudi Arabistan, bu fondan; son olarak geçtiğimiz Temmuz ayında Rusya’ya 10 milyar dolarlık yatırım yapma kararı aldı. Bu yatırım Avrupa ve Amerika’nın ambargo uyguladığı Rusya’nın son 5 yılda çektiği en büyük doğrudan yabancı yatırım olarak kayıtlara geçmişti. İstanbul’u dünyanın önde gelen finans merkezlerinden biri haline getirmeyi planlayan Türkiye görüşmelerde ayrıca bu yönde altyapı hazırlamayı planlıyor.

SORUNLAR GERİDE KALDI…

Özellikle Suudi’lerin faizsiz finans alanındaki girişimlerinin Türkiye’ye çekilmesi de görüşmelerin odak noktasını oluşturuyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, en son Antalya’daki G-20 Liderler Zirvesi sırasında Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz Al Suud ile bir araya gelmişti. Zirvede Türkiye ve Suudi Arabistan arasında Ortadoğu politikaları nedeniyle var olan bazı kronik sorunlar aşılmıştı. Yetkililer Antalya’dan sonra Suud yönetimiyle bazı sorunların geride kaldığını ve Türkiye’nin Suudi devlet fonları ve özel yatırımcıları daha fazla çekeceğini belirtiyorlar.

habervaktim.com
Bizi Gerçek İslamî Uygulama Kurtarır ve Yükseltir – M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »

M. Şevket Eygi / Milli Gazete

DIŞTAN musallâ Müslümanı görünüp de İslam’a ve Müslümanlara amansızca saldıran agresif din düşmanları Türkiyenin yıkılması, Türkiyelilerin perişan olması için çalışıyor. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.

İslam Türkiye varlığının ve kimliğinin temel faktörüdür. İslama saldırmak, Türkiyeye saldırmak demektir.

Son doksan yıllık din düşmanlığı tarihî bir ârızadır.

Türkiye bu ârızayı giderip tarihî devamlılığa, yani İslama dönmezse bütünlüğünü, istiklalini koruyamaz.

Türkiyeyi Dönmelik ruhu, kültürü, zihniyeti değil; İslam kimliği, İslam kültürü, İslam dünya nizamı, İslam ahlakı kurtarır.

İslam düşmanları Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine çıkarttıklarını iddia ediyor. Yalan ve safsatadır. Türkiye bir Japonya olamadıysa bunun suçu İslamda ve Müslümanlarda değil, İslam düşmanı resmî ideolojidedir.

Şu sorulara cevap versinler:

Türkiye niçin bir Güney Kore olamadı?

Türkiye niçin bir Norveç, İsveç, Finlandiya olamadı?

Türkiyeyi bugünkü kokuşma bataklığına, İslam mı soktu, dinsiz resmî ideoloji mi?

Din düşmanı Dönmeler, İslamcılar mislamcılar demeye kalkmasınlar. İslamı yaşamayan, İslam ahlakına tamamen aykırı işler yapan, din sömürücüsü bütün İslamcıların Allah belasını versin?

Ben bir Müslüman olarak hem dinsizleri, hem de din sömürüsü yapan, dinî şahsî menfaatlerine ve nüfuzlarına alet eden sahtekarları lanetliyorum.

Türkiye’nin, Türkiyelilerin kurtuluşu İslamda mıdır, yoksa Sabataist Dönme ideolojisinde midir, bu konu ciddî şekilde tartışılmalıdır.

İslamcılık İslam değildir.

Osmanlı devletinin kuruluş ve yükseliş çağındaki islamî uygulama İslamdır.

İslam can, mal, din inanç, ırz namus nesep güvenliği demektir. Bunlar yoksa İslam lafta kalır.

Adaletin ve insafın olmadığı yerde İslam yoktur.

İslama aykırı islamî uygulamalar İslam sayılamaz.

İslamın karşısındaki Dönme Sabataist ideolojiye, nizama, uygulamaya gelince: Bunun için, aslında iyidir ama uygulamada yanlışlar yapılıyor denilemez. Teorisi de yanlıştır, uygulaması da… Bütünüyle bozuktur.

Türkiyeyi İslam kurtarır derken, İslamın Kur’ana, Sünnete, icmâya, Cemaate uygun doğru uygulamasını kasd ediyorum.

Hz. Ebubekir’in İslam uygulaması… Hz. Ömer’in İslam uygulaması… Hz. Osman’ın ve Hz. Ali’nin uygulamaları… Emevilerden Ömer ibn Abdülaziz’in uygulaması…

Nureddin Zengi’nin, Salahaddin Eyyubî’nin, Osman Orhan beylerin, Murad Hüdavendigarın, Fatih’in Kanunî’nin uygulamaları… İsimlerini vermediğim sâlih, dindar, âdil sultanların ve halifelerin uygulamaları…

İslamî uygulama Şeriat üzerine olur. Şeriatsız İslam olmaz.

İslamî uygulamada rüşvet, haram rant ve kazanç, haram komisyon, haram servet, riba olmaz…

Genel ve yoğun din sömürüsünün olduğu ortam islamî bir ortam olamaz.

İslamın hayata uygulandığı bir düzen ve sistemde sabahleyin, güneşin doğmasına bir saat kala bütün Müslümanların evlerinde ışıklar yanar.

Orada öylesine bir güvenlik olur ki, evlerin kapılarını kilitlemeye lüzum kalmaz.

Öylesine bir adalet olur ki, az sayıdaki suçlu adayı, suç işlemeye cesaret bile edemez.

İslam toplumunda kısas cezası uygulanır. Çünkü Kur’an, “Kısasta sizin için hayat vardır” buyurmaktadır.

İslam toplumunda halkın dediği değil, Hakkın dediği esastır.

İslam toplumunda çocuklar, gençler, yeni nesiller fıtrata ve İslama uyum sağlayacakları şekilde eğitilir yetiştirilir.

Orada iyiler rahat ve huzur içinde yaşar, kötüler ve eşkıya korku ve endişe içinde bulunur.

Dünyanın en rahat ve huzurlu gayr-i Müslimleri, İslam devletinin zimmetinde bulunanlardır. İslama ve Müslümanlara düşmanlık etmemeleri şartıyla onların bütün hakları korunur, bütün istirahatleri ve ihtiyaçları temin edilir.

İslam toplumunda beyinsizler, fısklar, fücurlar, günahlar açıkta açıkça küstahça işlenemez.

İslam toplumu iffet, ahlak, fazilet, mürüvvet, fütüvvet toplumudur.

Orada şarlatanlığa, arivizme, soytarılığa, her türlü beyinsizliğe, isyana tuğyana izin ve fırsat verilmez.

Orada müstehcen neşriyat yapılamaz…

Bu özelliklere sahip olmayan hiçbir rejim gerçek İslam rejimi olamaz.

Karpuz gibi dışları yeşil, içleri kızıl birtakım İslamcılar İslam rejimini kuramaz, islamî uygulamayı gerçekleştiremez.

7.02.2016

milatgazetesi.com
Bayırbucak Düşerse – Milat Gazetesi

Emrah Kekilli

Milat

Bayırbucak’ın düşmesi demek Türkiye’nin Irak sınırın hattından Akdeniz’de Trablus’a kadar olan bölgenin tehlikeye girmesi demek olur.

Çünkü Bayırbucak düştüğünde, rejim güçleri Rus uçaklarının havadan desteği ile Cisr-i Şugr’u sonrasında İdlip’i düşürür.

Bu durumda Suriye’nin Akdeniz kıyılarından Suveyda’ya kadar olan rejimin hakimiyeti pekişir.

İsrail ile olan sorunlarımız, İsrail’in Mısır ile yaptığı silah anlaşmaları ve Sisi yöntemi ile sorunlarımız dikkate alındığında Akdeniz’de ciddi mevzi kaybetmiş oluruz.

Libya’da darbeci General Halife Haftar’ın Mısır sınırından Sirte’ye kadar olan bölgeyi, yer yer çatışmalar yaşansa da, kontrol ettiği de hesaba katmak lazım.

Yani Bayırbucak alelade bir yer değil, oldukça stratejik bir noktada bulunuyor.

Bu nedenle düşmesi durumunda Türkiye’ye yönelik güvenlik tehditleri artacaktır.

Diğer taraftan Türkiye’nin ABD ile Cerablus’tan A’zez’e kadar DAEŞ kontrolünde olan bölgeye yönelik gerçekleştireceği hava operasyonu bu noktada bir hayli önemli…

Eğer bu bölge, DAEŞ’ten arındırıldıktan sonra Suriye muhalefetine teslime edilmez ise doğrudan PYD’nin hedefi haline gelir.

Türkiye’nin bu noktadaki hassasiyeti malum “Fırat’ın batısına geçerlerse gereken yapılır.” Ancak böyle bir konjektürde bu müdahalenin ciddi yükümlülükleri olur.

Zira düşürdüğümüz Rus savaş uçağından sonra Suriye’de Rusya ile her an karşı karşıya kalabiliriz.

Pyd nedeniyle bir müdahalede Rusya bizim için tehdit olacaktır.

O nedenle Pyd’nin, Cerablus-A’zez hattında bizim için tehdit oluşturmasını müsaade edilmemelidir.

Yani, hava müdahalesi sonrasında Suriye muhalefetinin oradaki mevcudiyeti ve gücü bir hayli stratejik öneme sahiptir.

Güney sırımızdaki bu aşırı hareketlilikte dikkatte alınması gereken bir diğer husus da pyd’nin isim değiştirerek Rakka’ya doğru ilerliyor olmasıdır.

Peşmerge Irak’ta Sincar’ı DAEŞ’ten aldıktan sonra, Irak ile Haseke’den başlayan pyd kontörlündeki bölge arasından ciddi bir engel kaldırılmış oldu.

Pyd ise Suriye’de “Suriye Demokratik Ordusu” isimli bir üst oluşuma katıldığını belirtti.

Aslında pyd yanına biraz Arap biraz da Ezidi alarak “kabuk değiştirdi” ve şimdi Rakka’ya yürüyor.

Elbette DAEŞ Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden bir tehdittir, ancak pyd de aynı oranda tehdittir.

PYD’nin bu denli güç kazanması, Akdeniz’deki muhtemel tehditlerle birlikte düşünüldüğünde ciddi sıkıntılara neden olabilir.

Yazarın Önceki Yazıları
ABD ve Türkiye’nin IŞİD’e Hava Operasyonu ( 21.11.2015 )
Sincar’a Operasyon Yapan Kim? ( 14.11.2015 )
Kaldığımız Yerden Devam Ediyoruz ( 07.11.2015 )
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Rakip Projeler (3) ( 31.10.2015 )
BAŞKA TÜRKİYE YOK ( 24.10.2015 )
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Rakip Projeler (1) ( 17.10.2015 )
Rusya’nın Suriye Müdahalesi ( 10.10.2015 )
Amr Musa’ya Katılıyorum ( 03.10.2015 )
DAEŞ ve Bölge Siyseti ( 26.09.2015 )
Tüm Yazılarına ulaşmak için Tıklayın (18 yazı)

milatgazetesi.com
Bazı Müslüman erkeklerin ahlaksızlığı: “Bak Suriyeli alırım ha!”

Akif Cemil

Milat

Müslümanların en büyük sınavlarından biri aile üzerinden devam etmekte.  Allah’ın emri, Peygamber’in kavli (sünneti) üzere hayatını birleştiren gençler, yekvücut olarak çekirdek yapıyı kurmaya, korumaya çalışırken pek çok sıkıntı ve zorlukla karşı karşıya gelmektedir.  Ailede huzur ikliminin sağlanmasında erkek ve kadına elbette önemli görevler düşmektedir.  İki taraf da sorumluluğunu kuşanmalı, üzerine düşen görevi yerine getirmelidir. Bu sorumluluğun yerine getirilmesinde erkek ve kadının yaptığı yanlışları, oluşturdukları tahribatı bir başka yazıya bırakarak, ortaya çıkan bir çirkinliğe değinmek istiyorum.

Suriyeli muhacirlerin ülkemize gelişi ile birlikte pek çok kesimin farklı tepkileri oldu. Dini, etnik, siyasi, ekonomik, coğrafi vb. sebeplerle olumlu olumsuz tavır takınan ve bu insanlara yardımcı olan ve soğuk bakan insanımız oldu.

Yardım eden insanlar grubunda, fedakârca, kardeşçe, insanca muamele edip maddi/manevi desteklerini sürdüren çok kimse oldu. Rabbim onlardan ebediyen razı olsun.

Ancak bir grup var ki, sözde yardım ediyor görünüp durumdan farklı yollarla bir çıkar elde etmeye çalışanlar…

Örneğin, “bu Arapların burada ne işi var?” diyen öyle şerefsizler çıktı ki, üç yüz lira eden evini, beş yüz liraya kiraya verdi. Depo ve ahırını badana yapıp gayrı insani şartlarda, çaresiz mültecileri tıkıştırdı, ellerindeki üç-beş kuruşa göz dikti, dikiyor.

Örneğin, kadınıyla erkeğiyle mültecileri ucuz işgücü olarak görüp, olmadık işleri, olmayacak fiyata yaptırdı, yaptırıyor.

Örneğin, topladığı yardımları gereği gibi dağıtmadı, gerekenlere dağıtmadı, üstelik yardımsever görünümü altında kendine bir nüfuz alanı oluşturdu, oluşturuyor.

Ve örneğin, dul kalmış, yetim kalmış Suriyeli kadınları, kızları kendi süflî emelleri için istismar etti, ediyor.

Evet bu sonuncusu en acı ve iğrenç olanı. “Yazıktır, kadıncağıza/kızcağıza sahip çıkalım, kimsesiz kalmasın” diyerek, en insaflısı (?), gizli bir nikâh kıyarak sözüm ona evleniyor. Buna cesareti olmayanlar, evine karşı bir koz olarak bu durumu kullanıyor: “Bana bak, canımı fazla sıkma, istesem, üç beş bin liraya senden güzel, senden genç, senden sağlıklı bir Suriyeli alırım ha!” şantajı, evlerde çokça yankılanmaya başladı. Çaresiz kalmış, umutla böylesi evlilikten medet ummuş veya pisliğe bulaşmış mültecilerin buna zemin hazırladıkları gerçeğini de hatırlayarak, kimi erkeklerimizin adeta zıvanadan çıktıklarını acıyla görüyoruz.

Kimse kendini kandırmasın.

Fiilen bir istismar ve ahlaksızlık var.

Zor durumda olan insanların zafiyetinden yararlanma var.

Allah’ın ayetlerini çarpıtarak yalancılık oyunu var.

Böylesi insanlara kesinlikle müsamaha edilmemeli. İstismarına izin verilmemeli. Arkadaş ve aile çevresi buna sessiz kalmamalı. Eğer gerçekten yardımcı olmak istiyorlarsa o mahlûklar, genç kızları kendi çocuklarıyla, dulları da dengi olan insanlarla evlendirmek için yardımcı olmalı.

Allah fırsatçılara fırsat vermesin. Hele hele din ve diyanet fırsatçılarına…***

Yazarın Önceki Yazıları
BAZI MÜSLÜMAN ERKEKLERİN AHLAKSIZLIĞI: “BAK SURİYELİ ALIRIM HA!” ( 02.02.2016 )
ASLANI FAREYE BOĞDURMAK… ( 12.01.2016 )
ESKİ DOST ( 05.01.2016 )
MÜSLÜMANLARIN İSLAM’A VERDİĞİ ZARAR ( 29.12.2015 )
GÖRMEZ HOCA ( 22.12.2015 )
TERÖRİST OLMAK VEYA YAPILMAK ( 15.12.2015 )
SAHABENİN HATALARI VE ÖRNEKLİĞİ ( 08.12.2015 )
KİMİNLE ÇIKIYORSUN? ( 01.12.2015 )
ÖĞRETMENİME… ( 24.11.2015 )
Tüm Yazılarına ulaşmak için Tıklayın (65 yazı)

milatgazetesi.com
YENİ TÜRKİYE’NİN AYAK SESLERİ – Milat Gazetesi

Akif Cemil

Milat

Türkiye seçimini yaptı. Kısa bir aradan sonra Ak Parti yeniden iktidar oldu. Kaybettiği iktidarla üzen kitle yeniden sevindi.

Bu sonucu doğrusu hiçbir kimse tahmin etmiyordu. Ne anketçiler ne de partililer. Ama vatandaş, kararını verdi, önümüzdeki dönem de Ak Partiyle devam etmeyi güçlü bir şekilde dile getirdi. Bunun sebepleri uzun uzun sıralanabilir. Ancak ilk anda akla gelen hususları şöyle ifade edebiliriz:

Ak Partinin ders alması: Ak Parti bu beş aylık zaman zarfında ciddi muhasebeler yaptı. Nerede hatalar yaptığını belirledi. Bunlardan hemen giderebileceğini halletti. Halk, geçen seçimde uyarı amacıyla attığı Osmanlı tokadında ölçünün kaçtığını fark etti. Bir nevi helallik diledi.

Memleket Kaygısı: Farklı siyasi partilere oy veren ama ülkenin içte ve dışta kaosa girmesini, bölünmesini, Suriye’ye benzemesini isteyen sağduyulu insanlar, “Başka Türkiye yok” dedi. Partizanlık yapmadı.

Ekonomi: Farklı siyasi kanaatlere sahip olan insanlar, ekonomiyi ancak Ak Parti’nin sağlam temeller üzere götüreceğini gördü ve ona göre oy kullandı. Ekonomide bir kumar oynamak istemedi.

Terör: Seçim sonra HDP’nin sırtını PKK’ya dayayarak sürdürdüğü politikaya karşı, hükümetin, güvenliği sağlamak amacıyla sürdürdüğü kararlı tutum, Türk-Kürt herkesin onayını aldı.

Milli Görüş, Hüda Par Tabanı: Bu iki camiaya mensup insanlardan da hatırı sayılır sayıda seçmen oyunu bu yönde kullanarak desteğini ortaya koydu.

Ve dualar: Sesli sessiz, gizli açık, yakın uzak, genç yaşlı, yeryüzünün her bir coğrafyasından yapılan dualar kabul edildi. Dua en büyük destek oldu.

Şimdi Allah’a hamd, tesbih ve istiğfar zamanı.

Vatandaşa teşekkür zamanı. Oy versin vermesin herkesi kucaklama zamanı.

Eksikleri giderme zamanı.

Yarım kalmış işleri tamamlama zamanı.

Birliği, dirliği sağlama, akan kanı durdurma zamanı.

“Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde, insanları bölük, bölük Allah’ın dinine girerlerken gördüğünde, artık Rabbini hamd ile tesbih et ve bağışlamasını dile! Muhakkak ki, O, çok bağışlayandır! (Nasr Suresi 110/1-3)

“İktidara gelirseniz, hal ve hareketlerinize dikkat edin. Kibirli olmayın, kendini beğenmişlik etmeyin. Size ait olmayan şeyleri almayın, güçsüzlere yardım edin ve ahlak kurallarına uyun. Unutmayın ki sonsuz iktidar yoktur. Her iktidar geçicidir ve herkes, er veya geç, önce milletin ve nihayet Allah’ın önüne hesap verecektir.”

Aliya İzzetbegoviç

Yazarın Önceki Yazıları
ERDOĞAN, SEÇİM VE VİCDAN… ( 27.10.2015 )
ÜMİTSİZLİK YOK ( 20.10.2015 )
“MEN SENİN KURBANINEM” ( 22.09.2015 )
“BANA IRKIMI SORMAYIN” ( 15.09.2015 )
ADALET VE MEDENİYET DERGİSİ ( 08.09.2015 )
“Allah’ı kandırabilir miyim?” ( 01.09.2015 )
Cihad kimlere karşı yapılır ? ( 25.08.2015 )
Memur hükümet görüşmeleri ( 18.08.2015 )
CİHADIN ÇEŞİTLERİ ( 11.08.2015 )
Tüm Yazılarına ulaşmak için Tıklayın (55 yazı)

gunes.com
Güneş Gazetesi | Yazarlar
Ömer Özkaya omerozkaya@gunes.com 08 Şubat 2016 TÜM YAZILAR İÇİN TIKLAYINIZ
08 Şubat 2016

Almanya Başbakanı Merkel, 1. Dünya Paylaşım Savaşı’nın 100. Yılında ve çok kısa bir zaman dilimi içinde ikinci kez Türkiye’ye geliyor. Acaba yeniden bir Türk-Alman İttifakı mümkün müdür ve bu ikiliye Japonya da tekrar eklenebilir mi?

1900’lerin başına gelindiğinde İngiltere, sömürgeleriyle dünyanın en büyük topraklarına sahip bir imparatorluk haline gelmişti. Başka başka kıtalarda bulunan Kanada, Avustralya, Hindistan ve Afrika’nın bir kısmı dahi bu imparatorluğun elindeydi. İngiltere; büyük bir sanayi devleti, uluslararası deniz yollarının hâkimi ve İngiliz gizli servisleri tarafından yönetilen yüzlerce küresel şirketin sahibiydi. İngiltere gibi Fransa da, siyasi, askeri ve ekonomik gücünü sömürgelerinden alıyordu. Sömürgeler, bu iki ülke için, pazar, enerji, hammadde, ucuz işgücü ve savaşlar için asker kaynağıydı.

İngiltere ve Fransa, ele geçirdikleri hâkimiyet alanlarını korumak isterken, giderek güçlenen Almanya ise, doğal olarak bu alanlardan pay kapmak çabasındaydı. Daha önemli olan ise petrol yataklarının mülkiyetinin kimin kontrolünde olacağıydı. Osmanlı haritası, enerji coğrafyasıyla birebir örtüşüyordu ve İngiltere, Orta Doğu’daki petrolün varlığını çoktan tespit etmiş, petrol siyasetini, devletin birinci gündem maddesi yapmıştı.

Almanya ise hiç bir sömürgeye sahip olmamasına rağmen, üretim ekonomisiyle, 1914 yılı itibariyle, İngiltere’den daha ileri bir seviyeye ulaşmıştı. Güçlenen ve aynı zamanda “emperyal siyasi politikalar” takip eden Almanya; İngiltere, Fransa ve Rusya’yı tehdit ediyordu. Osmanlı ise, ekonomik, askeri ve siyasi açıdan sıkıntı içindeydi. Osmanlı’nın, 1911-1912 Balkan savaşlarıyla, küçücük balkan devletlerinin dahi önünde duramayacağı ortaya çıkmıştı.
ABD Başkanı Wilson, “Her milletin, kendi kaderini tayin hakkı vardır” sözünü henüz söylememişti ama zaten var olan bu yaklaşım, Osmanlı’yı oluşturan yapıları fena halde zehirlemiş, etnik milliyetçilik ve ayrışma hareketleri imparatorluğun toprak bütünlüğünü tehlikeye sokmuştu.
Birinci Dünya Savaşı’nın gerçekte iki amacı vardı: Rusya, İngiltere ve Fransa açısından tehdit haline gelen ve giderek de güçlenen Almanya’yı durdurmak ve enerji kaynaklarının üzerinde oturan Osmanlı’yı parçalamak ve paylaşmak… Nitekim Osmanlı’nın Kuzeyi Rusya tarafından, Güneyi de İngiltere ve Fransa tarafından bölüşüldü. “Bazı hücreler hariç”, görünen Almanya zincire vuruldu.

İngiliz muhibbi İnönü’nün iktidarda olduğu 2. Dünya Savaşı yıllarında dahi “Rusya’nın en büyük korkusu Sovyet Rusya’ya karşı bir Alman-Türk ittifakının kurulmasıydı. Türkiye’deki Rus dış istihbaratının hedefi Sovyet Rusya’ya yönelik Alman-Türk ittifakının kurulmasına engel olmak idi. Bu düşünceyle Rusya, ilk dış istihbarat çalışmalarını Ankara’dan başlattı.”

Almanya geçmişte olduğu gibi bu gün de dünyada ekonomik ve finansal zekâsı en yüksek devletlerden biridir. Almanya’nın en büyük avantajı; İngiltere,  Fransa, ABD ve Rusya gibi detaylı bir araştırma ve incelenmeye tabi tutulmamış olmasıdır.  İronik bir biçimde en çok göz önünde olup en az bilinen devlet ve millet vasfına sahip Almanya’nın tarihi, analitik ve mukayeseli okunamadığı için, Almanya’nın birçok siyasi, diplomatik, istihbâri, ekonomik ve bilimsel girişimleri ve operasyonları fark edilememektedir. Ayrıca Almanya’nın sömürgecilik açısından İngiltere ve Fransa gibi “kötü” bir geçmişi yoktur. Bu geçmiş şu anda Almanya için birlerce ton altın, milyarlarca varil petrol ve trilyonlarca metreküp doğal gaz anlamına gelebilir.
Japonya, Türkiye ve Almanya’ya karşı, 100 yıl önce olduğu gibi 100 yıl sonra da taraflar aşağı yukarı aynı. Küresel gidişat gösteriyor ki; bu üç ülkenin asli unsurları, bir araya gelip, ya vaziyete el koyarlar, ya da dışarıdan güç yüklemesi yapılmış yerel tali unsurların marifetiyle, küçülerek dünya sahnesinden tasfiye olurlar. Bazı güçler, sicili temiz Almanya’yı yeni koçbaşı olarak kullanma planları içinde.

gunes.com
Güneş Gazetesi | Yazarlar
Kayahan Uygur kayahan.uygur@turkmedya.com.tr 08 Şubat 2016 TÜM YAZILAR İÇİN TIKLAYINIZ
08 Şubat 2016

Türkiye’deki Batı hayranı liberaller “propaganda”, “toplum mühendisliği” gibi kavramlar söz konusu olduğunda hemen komünistleri veya faşistleri suçlar, Batı’nın teknokratik rejimlerini ise temize çıkarırlar. Bu, onların soğuk savaşta FETÖ ile beraber antikomünizm ve vatanseverlik düşmanlığı yaptıkları günlerden kalmış bir alışkanlıktır. Oysa propagandayı icat eden de, en çok kullanan da Batılı liberallerin ta kendisidir.

10 maddede propaganda

Tarihte ilk resmi propaganda birimini 1. Dünya Savaşı’nda liberal İngiliz hükümeti kurmuş ve zamanın en tanınmış liberal aydınlarını kullanmıştır. Bakınız İngiliz Lordu Ponsonby yapılması gereken propagandayı nasıl maddeleştirmiş:

1.Savaş isteyen bizim taraf değildi.

2.Bütün olanlardan karşı taraf sorumludur.

3.Karşı taraf ahlaken suçludur.

4.Bizim savaşımızın ise vicdani nedenleri var.

5.Karşı taraf bile bile zulüm yapıyor (biz yapmıyoruz).

6.Karşı taraf çok ağır kayıplar verdi, bunu gizliyor.

7.Hak ve adalet bizden yana, er geç kazanacağız.

8.Aydınlar, sanat ve kültür dünyası bizden yana.

9.Karşı taraf kural dışı silahlar kullanıyor (bizde yok).

10.İlk 9 maddeye inanmayanlar zalimdir, ya da aldatılmış zavallılardır (çünkü biz hep gerçekleri söyleriz karşı taraf propaganda yapar).
Bugün, aynı propagandayı liberallerden danışmanlık alan PKK kullanıyor. Yukardaki maddelere ve özellikle 8’inci maddeye bakarsak her birinin somut örneklerini görebiliriz. PKK’ya destek çıkan aydınlar bildirisi ve bu bildiriyi ifade özgürlüğü içinde gören Batı muhipleri hep bu taktiklerin uygulamasıdır. HDP’nin seçimlerde bir ABD danışmanlık kurumundan yardım aldığını da hatırlayalım.

Hem siyaset, hem ticaret

Propaganda uzmanlığını İngilizlerden devralanlar ABD’li liberal bir ekip olmuştur. Bu ekibin elemanlarından biri ünlü liberal yazar Walter Lippmann, diğeri de ünlü psikolog Freud’ün yeğeni olan Edward Bernays’dir. Ekibin kurucusu da Türk liberallerinin mandacı Halide Edip’ten beri hayran oldukları Başkan Wilson’dur.

Bernays’in  “Rıza Mühendisliği” (The Engineering of Consent) adlı bir eseri vardır, burada liberal toplum mühendisliğinin bütün inceliklerini anlatırken şöyle der: “Rıza mühendisliği demokrasinin esasıdır, kandırma ve önerme özgürlüğüdür”. Bu ifade liberal demokrasi ve özgürlük anlayışını tanımamız için yeterlidir.

Kılıçdaroğlu ve ketçap

Amerikalıların propaganda kavramına katkıları ticaretle siyaseti aynı şey olarak görmeleri ve propagandayı pazarlama kurallarıyla birleştirmeleridir. Bunu yaparken de Freud’un ortaya attığı bilinçaltı ile ilgili teknikleri insanları etkilemek için kullanırlar. Liberal Batı için insanlar kutsal değildir sadece müşteridir, politikacılar ise birer üründür. Örneğin seçimlerde CHP’ye danışmanlık yapan Benenson adlı ABD’li propaganda firması bir ketçap şirketini, Latin Amerika’nın eli kanlı bir diktatörünü, Colorado’daki bir Yahudi örgütünü ve Kılıçdaroğlu’nu aynı anda pazarlayabilmektedir.
Filozof Pierre Bourdieu “sosyoloji bir dövüş sporudur” derken bu alanla ilgili tekniklerin ne dereceye kadar kötüye kullanıldığını belki de düşünmemişti. Her şey ünlü sanatçılara sabundan heykel yaptırarak deterjan firmasını parlatmak kadar basit değildir. Örneğin Bernays’in kariyerinde başkan adaylarına ünlülerle birlikte sofra hazırlamak kadar Guatemala’da darbe düzenlemek de bulunuyor.

Orhan Pamuk

Liberal düşünce ve genel olarak aydınlanmacıların “insanları kul olmaktan çıkarıp özgür birey haline getirme” şeklindeki haddini aşan iddiaları sonunda herkesi çarkın bir dişlisi, ya kazıklanacak bir müşteri ya da bir ürün haline getirmiştir. Bundan mutlular mı?  Bilinen bir örnek olarak Nobel ödüllü değerli yazar Orhan Pamuk’u ele alalım; O çoktandır bir ürün olarak pazarlanıyor.  Reklamlarla ve PR ile pazarlanan bu ürünün, şimdi kitaplarına da gizli ve açık ürün yerleştirmeye başlamıştır. Anlaşılan bir reklamcı var ve renkli gazoz firmalarını dolaşarak “filanca sayfada esas kız oğlana sarılmadan önce şişeyi kafasına dikecek, karşı firma kendi adının geçmesi için 500 bin dolar verdi, siz ne veriyorsunuz” diye soruyor. Tabii, bir yazar ürün haline getirilince politik olarak da aynı mantığa uygun davranıyor. Pamuk, 2012 yılında Batılı aydınlarla birlikte Esad rejimini kınayan metinlere imza atarken şimdi başka tellerden çalıyor, 350 bin kurbanın olduğu bir dönemde Pentagon’un politik eksenine ayarlanmış gibi.

Özgür görünümlü köle

Bernays’in belki kanlı askeri darbelerden de daha zararlı olan bir toplum mühendisliği 1928 yılındaki bir kampanyasıdır. O döneme kadar kadınlar Batı’da da, özellikle sokakta pek sigara içmiyordu ve bu sigara firmalarını elbette rahatsız ediyordu. Bernays, dayısı Freud’un teorilerinden yararlanarak sigarayı bir erkeklik sembolü olarak düşündü ve sokaklarda sigara içerek dolaşan dekolte giyimli kadın kortejleri düzenledi.  Sözde kadın özgürlüğünün mücadelesini veriyordu, özgür genç kadın bireyin promosyonunu yapıyordu. Ama gerçekte yaşanan, kadının eskisinden daha da fazla nesneleştirilmesi ve erkek toplumunun önüne kolektif bir ürün olarak atılmasıydı. Bir yandan da akciğer kanseri ve diğer korkunç hastalıklara, sakat ve hasta doğan çocuklara yol açan bir kötü alışkanlık desteklenmiş oluyordu. “Propaganda” adlı bir kitabı da bulunan PR’ın mucidi Bernays’ın özeti budur: Tam tekmil aydınlanmacılık, soyut ve sözde aklın egemenliği, insani değerler ve doğal yaşam üzerinde mutlak bir egemenlik. Bu egemenlik değerleri de, hayatı da tahrip eder, sonunda içine düştüğü çıkmazda dönüp kendini de yok eder. İşte kapitalizm budur.

milligazete.com.tr
| Milli Gazete | | SİNSİ OYUN

TİMUÇİN MERCANOĞLU / İSTANBUL

Osmanlı Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı) tarafından 3 Mart 1918’de hazırlatılan “Filistin Meselesi-Siyonizm Davası” başlıklı raporda, Siyonistlerin Filistin’i işgalinde en büyük destekçilerinin İngiltere olduğu belirtiliyor. İngiltere’nin Yahudilere yardım etmesindeki amacı ise “ekonomik çıkar” sağlamak şeklinde ifade ediliyor.Daha çok Avrupa gazetelerinden yapılan alıntılar ve bunlara yapılan yorumların yer aldığı 43 sayfalık rapor, önemli bir tarihi belge olma özelliği taşıyor. Raporda, Birinci Dünya Savaşı devam ederken Filistin’i işgal eden İngiltere’nin, Yahudileri en hassas oldukları Filistin meselesinde nasıl kullandığına dikkat çekiliyor.  Osmanlı Dışişleri Bakanlığı’nın hazırladığı raporda, İngiltere’nin Filistin’i işgali ve sonrasında bölgede yapacağı ifsat çalışmaları hakkında öngörüler belirtiliyor. Raporda, “O bölgede hükümetimizin nüfuzunu azaltmak ve buna karşılık bölgede kendi gücünü artırma gücü elde edecektir. O yerlerde Osmanlı nüfuzunu ve itibarını zedeleyebileceği ve orada yaşayan milletleri aleyhimizde kullanabileceğini hesap eden İngiltere hükümeti, zemin ve zamana uyan bu fikirlerini uygulamak için birçok menfaat bulmuştur” deniliyor.

FİLİSTİN MESELESİNİ KULLANARAK YAHUDİLERİ AVUCUNA ALDI

Filistin’i işgal eden İngiltere’nin orada bir Yahudi devleti kurulmasına yardım etmesindeki rolü ise Yahudilerin sahip olduğu sermayeye göz dikmesi olarak ifade ediliyor. Raporun devamı şu şekilde: “İngiltere hükümeti Birinci Dünya Savaşı sırasında ve savaştan sonra mevcudiyetini sağlamak için elde ettiği bütün milli vasıtaları, Yahudilik alemi ile beraber elde etmiş olacağını tahmin ediyordu. Şüphe yok ki, bütün dünya ekonomisini elleri içine almış olan Yahudileri, bil mukabele kendi eli içine alarak dünyayı iktisadi esaret altında tutmak ve bu sayede Filistin meselesi gibi Yahudilerin ince damarlarını oynatan bir mesele sayesinde rahatlığa ermek, İngiltere hükümeti için savaşın son safhasında hem maliye hem iktisadi hem de siyaseten menfaat sağlamış olacaktır.”

YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan köşe, yorum yazıları veya haberlerin tüm hakları Milsan Basın Sanayii A.Ş.’ye aittir. Kaynak gösterilse dahi hiçbiri özel izin alınmadan kullanılamaz. Bu haber veya yazıların bir kısmı sadece Milli Gazete tarafından sağlanan RSS verileri kullanılarak ve milligazete.com.tr’ye aktif link verilerek alıntılanabilir.

milligazete.com.tr
| Milli Gazete | | Mahmut Toptaş

İpek halı antikacılığı yapan İngilizce ve Fransızcayı neredeyse anadili gibi bilen bir dostumun galerisinde otururken, gelen bir yabancıyı karşıladı ve hoş-beşten sonra “Hocam, bu bey bu konuda dünyanın en büyüğüdür” dedi.

Gelen Amerikalı antikacı, Akdeniz kenarındaki köylerden birinde yaptırdığı köşkünün fotoğraflarını bilgisayarından bize gösterirken komşu köylülerle balkonda, bağda, zeytin ağaçlarının altında çay içerken, süt içerken çekilmiş fotoğrafları gösteriyor ve komşularının adını da Osman, Ali, Ömer, Ahmet diye de söylüyor.

Ben kendisine arkadaşım tercümanlığıyla sordum: “Amerika’daki villanızın karşısındaki, sağındaki, solundaki komşularınızla da böylece kaynaşma oluyor muydu?” dedim.

Cevap olarak “Hayır” dedikten sonra “Sabah, akşam arabamızdan inerken veya binerken uzaktan birbirimizi gördüğümüzde el kaldırırız böylece selamlaşırız” dedi.

Ben de ona “Siz, Türkiye’nin herhangi bir ilinin bir köyüne de gitseniz orada da Ali, Osman, Ömer, Ahmet’le aynı kaynaşmayı yaparsınız. Neden Amerika’da yapamazsınız?” dediğimde cevap olarak “Anladım, Müslüman olmamı teklif ediyor” diyor.

Yedi milyar insan doğarken dostluğa, ülfete, kaynaşmaya yatkın olarak doğarlar.

Dünyadan bir yaşında bin tane çocuğu bir araya getirseniz hemen kaynaşırlar.

Büyüdükçe anne ve babalarından, aile çevresinden şuur altına kaydettiği bilgilerle sınırlar koymaya başlarlar.

Ve bir gün gelir, makamına, parasına, şanına, şöhretine katkıda bulunabileceklerle uzaktan selamlaşmayı tercih etmeye yönelirler.

Onun içindir ki siyasilerimiz: “Dostluk yok, çıkarlarımız vardır” derler.

Hakkari’de, Diyarbakır’da, İstanbul’da camilerde Türk ile Kürt omuz omuza namaz kılarlarken dinin sağladığı bağla bağlanırlar birbirlerine.

İstanbul’da Fatih Camii’ne öğle namazı kılmak için girdiğinizde Hakkari’deki bir camiyi dolduracak kadar Kürt Müslümanı görürsünüz.

Birlikte aynı yöne dönerler, aynı ayet ve hadisleri okurlar, aynı dualarla birlik ve beraberlik isterler.

Dini, camiye hapsetmişiz. Cami dışına çıkınca cadde, sokak, daire, adliye, üniversite, kışla ve karakolda Müslümanlar otursa da ellerindeki kurallar çıkarcı batılılar tarafından konulduğundan ayrılıklar başlar ve kavgaya kadar gider.

Halbuki dostluğun olmadığı yerde çıkarlar da tehlikededir.

Dost olmadığınız biriyle beraber ava gidersiniz, “Sen de kazan ben de kazanayım” dersiniz ama av bulamazlarsa birbirlerini avlayarak o günün çıkarını sağlarlar.

Beşşar Esed’i devirmeye başladığımızda çıkar ortağımızla ikimizin de çıkarları gözetilmişti ama av esnasında Rusya’yla göz göze geliverdiler, işaretle anlaştılar ve ikisi bizi avlamaya başladılar.

Şu anda Amerika’nın attığı her kurşun, Müslüman öldürüyor,

Rusya’nın attığı her kurşun Müslüman öldürüyor,

Beşşar’ın attığı her kurşun Müslüman öldürüyor,

Onlara destek için gelen batılı her askerin attığı her kurşunla yine Müslüman ölüyor.

Ölenlerin biri Türkmen, diğeri Arap, bir diğeri Kürt olsa da üçü de Müslüman.

Canımız yanıyor, canımız.

YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan köşe, yorum yazıları veya haberlerin tüm hakları Milsan Basın Sanayii A.Ş.’ye aittir. Kaynak gösterilse dahi hiçbiri özel izin alınmadan kullanılamaz. Bu haber veya yazıların bir kısmı sadece Milli Gazete tarafından sağlanan RSS verileri kullanılarak ve milligazete.com.tr’ye aktif link verilerek alıntılanabilir.

ABD ve Rusya’nın PYD sevgisi?
29.01.2016 00:00

Ahmet Zeki Gayberi
Milat

Hem ABD hem de Rusya’nın gündemleri ve çıkarları birleşti.

Ortadoğu’yu yeniden dizayn ederken ikiz kardeşlere döndüler.

Irak ve Suriye’de neredeyse tüm sözleri örtüşüyor.

İkisi de “DAEŞ” diyor.

İkisi de “Aman Esed başta kalsın” diyor.

İkisi de PYD’yi çok seviyor!

***

Obama seçildiğinde ne vaat vermişti?

Şöyle demişti: Benim dönemimde ABD askeri çatışma bölgelerinde karaya ayak basmayacak!

Şu anda Irak’ta İran ve ABD, ‘DAEŞ bahanesi’ ile PKK’yı destekliyor. Türkiye’ye yaklaştı diye Barzani’ye karşı her türlü komployu çeviriyorlar.

Suriye’de ise aynı ‘DAEŞ bahanesi’ ile İran ve Rusya PYD’yi destekliyor.

ABD, “PKK terörist ama PYD değil” diyor.

Ancak görüyoruz ki ABD’nin PYD’ye gönderdiği silah ve İHA’lar, PKK’lılarda yakalanıyor.

Esed, İran, Rusya ve ABD, Cenevre’de PYD’nin de masada olmasını istiyor. AB ise sessizce onaylıyor.

Esed’in, “PYD sahadaki en büyük ortağımız” demesine rağmen PYD’yi Esed’in yanında değil muhaliflerin yanında masaya sürmek istiyorlar…

***

Batı, İran’ı da yanına alarak PKK konusunda ‘tek blok’ oldu.

PKK’ya ‘terörist’ dedikleri için bugün ve gelecekte PYD’yi daha ‘kullanışlı’ bir aparat olarak görüyorlar.

Yüz yıl önce kurmadıkları ‘Kürdistan devleti’ni bugün Suriye’de kurdurup PKK’ya hediye ederek Ortadoğu’yu yüz yıl daha karıştırmanın planlarını yapıyorlar.

Suriye’nin kuzeyinde Suriye Kürtlerinin yüzde sekseninin bile karşı olduğu PYD’ye bir devlet kurdurtarak Türkiye’nin Arap yarımadası ile arasına PKK’yı yerleştirmeyi planlıyorlar.

Varsa yoksa PYD,

varsa yoksa Esed,

varsa yoksa Suriye’de sivillerin ve muhaliflerin katledilmesi,

varsa yoksa Türkmendağı’na saldırmak,

Türkmenleri soykırıma uğratmak,

varsa yoksa Cenevre planları!

***

Bu hengâmede dikkat ediyor musunuz ‘DAEŞ maymuncuğu’ hiç birinin umurunda değil.

Çünkü o ’maymuncuk’, zaten bütün kapıları açtı onlara…

Suriye’ye de ‘Irak modeli’ hazırlanıyor: 3’e bölme modeli!

Esed devleti, PYD devleti, Sünni muhalifler devleti! Veya kantonları. Onu zaman gösterecek.

Tüm mesele ortada.

ABD ve Rusya karşı kutuplarda görünüp bölgede haritayı güncelliyor.

Bu kadar…

NOT: Cenevre menevre hikâye! Aralarında tam ‘taksimatı’ bitirmeden Cenevre ancak oyalama taktiğidir.

milatgazetesi.com
Reel politikte kaybolmak! – Milat Gazetesi

Adnan Karakaş

Milat

Reel politik. Diğer bir ifadeyle gerçekçi olmak. Herhangi bir konuda doğruyu, iyiyi, güzeli aramanın beyhude bir çaba olduğunu kabullenmek. Doğru, iyi ve güzel yerine şartlardan en iyi şekilde faydalanmayı hedeflemek.

Filler tepişirken çimenlerin ezilmemek için sarf ettiği çaba. Ya da oradan bir yara sağlama çalışması. Devasa ayakların altında kalanları göz ardı ederek oradan bir yarar ummak! Kısa yola tamah etmek.

Reel politikte hak yoktur, adalet, doğruluk, iyilik yoktur. Sadece ve sadece güç vardır. Tek kutsalı güçtür. Güçlülerin güce bağımlılığı anlaşılabilir bir durum. Çünkü bütün işlerini güçle çözmüşlerdir. Veya güç karşısında geri adım atmışlardır. Ancak geri adım atarken başvuracakları yöntem reel politik değildir. Gücünü başka bir şekilde kullanarak sonuç alma yoluna gidecektir. Çünkü güçlülerin reel politikle işi olmaz. Onlar reel politiği işlevsel kılacak ortamın sahibidir. O ortamda hangi görevin hangi taşa yükleneceğini belirler, taş da o göreve uygun hareket eder, reel politik bunu gerektirir. Görevi başarıyla tamamlayan taş ödülünü alacaktır.

Reel politik, güce önem atfedenlerin, güçlü olmak isteyen biçarelerin, zayıfların izlediğiyeceği yolun adıdır.

Güçlü olmak istemek, güçlüyü kendinden üstün görmek demektir, güçlünün eline bakmak, gelecek ‘ödül’e tamah etmek demektir. Güçlü olan bunu bilir. Ödülü gösterir, zayıfın aklı başından gider. Bu sayede o ‘biçare’leri kullanarak en büyük işlerini en az hasarla görür.  Bir tarafında ABD, öbür tarafında Sovyet Rusya’nın bulunduğu çift kutuplu dünya aynı zamanda bütün kavgaların zayıf ülkeler üzerinde görüldüğü bir dönemin de ifadesidir. Sayısız gerilime, krize rağmen güçlülere bir şey olmamış, zayıflar bir tarafta olmanın ceremesini fazlasıyla görmüşlerdir.

Reel politikte, başka bir dünyanın mümkün olmadığı ön kabulü içkindir. Güçlü güçlü kalacak, zayıfsa zayıf… Bu, tabiri caize alın yazısıdır! Böyle gelmiş, böyle gidecektir! Çünkü reel politiğin karşısına çıkarılacak hak, adalet, doğruluk, iyilik, güzellik gibi kavramların bu zeminde bir anlamı yoktur! Adaletli olmanın, haklıdan yana tavır almanın, doğrulardan hareket etmenin, iyiliği gözetmenin getirisi ne olabilir ki! Bütün bu kavramlar başka bir dünyaya aittir, güçlüler nezdinde karşılıkları yoktur!

Güçlülerin dünyasında insan hakları, demokrasi, laiklik ve saire… bütün bunlar araçsallaştırılmış kavramlardır. Demokrasi deyip Irak’ı yerle bir edebilirsiniz! İnsan hakları söyleminden hareketle Suriye’de yüz binlerce insanı katledebilirsiniz…

Reel politiği yok saymak da yanlış, ona tamah etmek de. ABD ve Rusya’yı yok sayamazsın. Yok saydığında yok edilirsin! Tamah ettiğinde köleleşirsin. Yok saymak yanlış; çünkü böyle bir şey var. Ama meşru değil. Çünkü adil değil, doğru değil, iyi değil… Ve umut kırıcı. Bütün bu olumsuz niteliklere karşı “Gerçekçi ol imkânsızı iste” demek isterdim. Bu iyi bir formülasyon ama şunun şurasında çığa karşı duracak, akıntıya karşı kulaç atacak dirayette kaç kişi kaldı ki! “Gerçekçi ol imkansızı iste” noktasında değilsen de reel politikle güçlülerin kölesi olma, tamahkar olma uçurumunda da olma…! Asla ama asla gücü, güç kaynaklı reel politiği meşru görme!

Yalnızca umudunu koru, başka bir dünyaya dair; hakkın, adaletin, doğruluğun, iyiliğin olduğu bir dünyaya dair umudunu koru!

Yazarın Önceki Yazıları
Dişin sana nasıl karşı çıkabilir, anlat! ( 30.01.2016 )
Cenevre kumpası! ( 27.01.2016 )
Ölüm karşısında büyük çaresizlik! ( 23.01.2016 )
Canlı bomba bir Ortadoğu geleneği midir? ( 16.01.2016 )
Sanal âlemin Suriye cengâverleri! ( 13.01.2016 )
Açlıktan kim ölmüş ki! ( 09.01.2016 )
Çürüme..! ( 06.01.2016 )
Suriye muhasebesi! ( 30.12.2015 )
ODTÜ! ( 27.12.2015 )
Tüm Yazılarına ulaşmak için Tıklayın (327 yazı)

milatgazetesi.com
MASTER PLAN VE SUR’A SÖZÜMÜZ VAR -III-

Ahmet Ay

Milat

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Mardin’de açıkladığı Master Planda barınma, sağlık, eğitim gibi temel konularda eksiklik olmayacağı taahhüdü çok değerliydi. Esnafın prim borçları, kredileri ertelenecek, sigortalardaki haksızlıklar giderilecek.

Sayın Başbakan konuşmasında “Yerel yönetimin yetkileri genişletilecek” sözleri ile de ciddi bir adıma işaret etti.

Sur için yapılacakları,“Sur’u tarihi özellikleriyle öylesine yeniden inşa edeceğiz ki bütün insanlık gelip ilham alacak”sözleriyle açıkladı.

İslami STK’larla beraber binlerce aileye yardımda bulunan Platform temsilcisi ve Özgür-Der Diyarbakır Şube Başkanı Dr. Murat Koç, “Sur ilçesinde binlerce esnaf ve on binlerce çalışan işsiz kaldı. On binlerce insan yerinden oldu. Bu yardımlar önemli olmakla birlikte sorunun kalıcı çözümü için devletin projeler üretip bunu toplumla paylaşması gerekiyor. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Mardin’de açıkladığı “Terör Master Planı” geliştirilerek acilen devreye sokulması gerekir.”

Yaşananlardan dolayı ciddi travmalar yaşandı, bunlar için de Dr. Murat Koç’un önerisi başbakanın da “seferberlik” ile getirdiği gibi,“Toplumsal psikolojinin gergin ve oldukça kaygılı olduğunu söyleyebiliriz. Bunu rehabilite etmek için halkla doğrudan temas kurulması ve her şeyden evvel mağduriyetlerin giderilmesi gerekiyor. Sağlık Müdürlüğü, Müftülük, Milli Eğitim, Aile ve Sosyal politikalar Müdürlüğü, Gençlik ve Spor Müdürlüğü gibi devlet kurumlarının yerelde eş güdümlü bir çalışma başlatarak toplumsal rehabilitasyona dönük faaliyetlerin de aksatılmaması gerekiyor.”

Esnaftan Hakan Altındağ ise,“Sur’un en büyük özelliği Diyarbakır’ımızın ticaret merkezi olması, nasıl ki İstanbul’da Tahtakale, İzmir’de Kemer Altı varsa, Diyarbakır’da da Sur var. Şu an Sur’da ticaret tamamen bitmiş durumda” diyor ve işsizlik için de “Özellikle erkeklerin acilen iş sahibi olması gerekiyor.”

Çözüm içinFatih Kayhan, “Çözüm Sürecinde yaşanan olaylardan ders çıkarılarak, kırılmalara sebep olacak suiistimallere izin verilmeden;

Eşit Vatandaşlık hukuku temelinde Anayasal adımların ivedilikle atılması, Ülkenin birliği temelinde adalet sisteminin evrensel hak ve hukuk normlarına evirilmesi,

Bölge gerçeklerine uygun Master Plan’larının ivedilikle hayata geçirilmesi.

xxx

Peki, bölgede kripto vali yardımcıları, kaymakamlar, üst düzey bürokrat görev yaptığı sürece başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Mardin’de açıkladığı on esaslı bu değerli Master Planın gerçekleşmesi mümkün mü? Hayır.

Vatandaşlar“PDY mensubu, sürgüncü, art niyetli Vali Yardımcılarının, Bölge ve İl Müdürlerinin, polislerin bölgeden alınmaları –olayların bir daha bu noktaya gelmemesi için- hayati öneme sahiptir” diyor. Neden mi? Bakınız,

Ciddi ciddi iddia edilen bir olayı (tanıklarım var) aktararak bölgede bürokrasiden kaynaklanan vahametin boyutlarını netleştirelim:

Birkaç gün önce kurum amirleri ile yapılan resmi bir toplantıda, Diyarbakır Sur Ailelerinin mağduriyetini gidermek için yapılması gerekenler tartışılıyor. Herkes olumlu kanaatler ifade ederkenDiyarbakır TAPU VE KADASTRO BÖLGE MÜDÜRÜ Habil Oğan öyle bir skandala imza atıyor ki duyduğumda dehşete düştüm. Bölgeye gönderilen bürokratların istediklerinde hangi fitne ve fesatla olayları içinden çıkılamaz hale getirebileceklerinin en dehşet örneğidir Habil Oğan’a atfedilen bu iddia.

Nasıl mı?

Sayın Oğan toplantıda Sur’un mağdur ailelerine ödenmekte olan ve daha yeni yeni bin liraya çıkarılan kira yardımının bir kısmının ailelere ödenmeyip bloke edilmesini önermiş. Niçin mi? Fitneye bakınız:

Hani devlet Sur’daki evleri kamulaştıracak ya.

Bölge Müdürü Habil Oğan’ın önerisine göre devlet/hükûmetmağdur ailelere kira için ödemeyi taahhüt ettiği, ama bir kısmına cebren ve hileyle el koyacağı bu paraları kamulaştırma ve sonraki uygulamalara vatandaşın karşı çıkmasını engellemek için kullanmalıymış.

Yani, Sur’un mağdur aileleri kamulaştırma sürecinde bugün hükümetten aldıkları kira yardımlarından kesilecek parasıyla “ikna” edilecek. Ya anlaşırsınız ya da kestiğimiz kira paraları size ödenmeyecek!

Kimse bana bu skandalı izah edemez. Vatandaşlar “Bakanlıklar bu bürokratları çok beğeniyorlarsa bizden uzaklaştırsınlar, götürüp müsteşar yapsınlar!” derken yerden göğe kadar haklıdırlar.

Bu müdürleri, onların sırtını sıvazlayan vali yardımcılarını, Ankara bürokrasisini bu aziz millet hak etmiyor.

İşte Çevre Ve Şehircilik Bakanlığının bölgedeki en üst düzey bürokratının kafası!

Bereket versin İl Valisi Sayın Hüseyin Aksoy derhal müdahale ederek bu skandal ötesi teklifi gündeme bile almamış.

Peki, bu skandal öneri kabul görseydi, bu hassas süreçte sizce ne olurdu?

Felaket olurdu.

Sayın Başbakanın Mardin konuşmasında bahsettiği plan mahkeme kararıyla göreve dönen bürokratlarla yü-rü-mez.

Yazarın Önceki Yazıları
SUR’A SÖZÜMÜZ VAR -II- ( 03.02.2016 )
SUR’A SÖZÜMÜZ VAR -I- ( 30.01.2016 )
SUR AİLELERİ İLGİYE DE MUHTAÇ ( 27.01.2016 )
SORUN DA BİZDE ÇÖZÜM DE… ( 23.01.2016 )
CHP VE DİKTATÖRLÜK ( 20.01.2016 )
SOSYAL HAREKETLER VE TÜRKİYE ( 16.01.2016 )
CHP TÜRKİYE PARTİSİ Mİ? ( 13.01.2016 )
VE ZİZEK TUZAK HAZIRLAR ( 09.01.2016 )
SUR AİLELERİ ( 06.01.2016 )
Tüm Yazılarına ulaşmak için Tıklayın (322 yazı)

milatgazetesi.com
“Küçük Cumhuriyetimizde hayat güzeldi” – Milat Gazetesi

Abdülbaki Değer

Milat

Çok fazla hatıranız var değil mi?

Bende aynı durumdayım, içerde kalamadım.

Sizin hakkınızda bir şeyler duydum.

Duvarın yıkılmasından sonra hiç bir şey yazmamışsınız?

Bu iyi değil. Ülkemizin sizden beklediği onca şey varken…

Aslında sizi anlıyorum, Dreyman.

Bu yeni Almanya’da ne yazabilirsiniz ki artık?

Hem inanacağımız, hem de baş kaldıracağımız bir şey kalmadı.

Küçük Cumhuriyetimizde hayat güzeldi.

Birçoğu bunu yeni anlamaya başladı…

***

Yukarıdaki monolog Doğu Almanya’da rejimin korunması için faaliyet gösteren “Stasi”adlı güvenlik-istihbarat örgütünün rejim muhalifi olduğu düşünülen oyun yazarı Georg Dreyman’ı Kültür Bakanı Bruno Hemf’in direktifiyle takibe almasını konu edinen “Başkalarının Hayatı”adlı politik gerilim filminden. Duvarın yıkılmasının ardından Dreyman ile Hemf bir oyunun gösteriminde karşılaşırlar ve Hemf, Dreyman’a alıntıladığım monologu irad eder.

Bu monologun çağrıştırdıkları üzerinden Türkiye’nin mevcut ahvaline ilişkin bir değerlendirme yapmak mümkün. Monologun artalanında göze çarpan “yeni duruma uyum problemi”tam da Türkiye’nin temel açmazına işaret ediyor. Gerçi “birçoğu bunu yeni anlamaya başladı”diyor Hemf ancak Türkiye’de anlamaya başladığımız konusunda o kadar emin değilim.

Kronik olmakla beraber “Gezi Olayları”ile tekrar alevlenen “17-25 Aralık”ile devam eden Cumhurbaşkanlığı, 7 Haziran, 1 Kasımseçimleri ve Doğu-Güneydoğudaki gelişmelerle eşik atlayan siyasal bir olağanüstü haldeyiz. Son seçimle siyasetin formel araçlarının işlevsel tablo ortaya çıkardığı ancak siyasal ilişkinin-dokunun yeniden zehirlenme geçirdiği bir türbülanstayız. Eski ile yeninin sıfır noktasında durduğumuz süreç, salt siyasal yönetebilirlik açısından değil aynı zamanda siyasal söylemleri “açığa düşüren”niteliğiyle handikap oluşturuyor.

Verili duruma ilişkin analizler savunma-karalama sarkacındalar. Oysa yeni kombinasyon görülmeyi ve kavrayıcı analizler üzerinden işlevsel bir siyasetin dolgusuna dönüşmeyi bekliyor. Aklama-karalama kıskacından sıyrılabilen eleştiriler ise beslenmeyi, derinleşmeyi talep ediyor. Ak Parti’yi merkez alan analizlerde, Ak Parti’nin kendisini var eden koşullar ile mevcut dinamikler üzerinden onu bekleyen olumsallık arasında ne tür tercihlerde bulunacağı, bulunması gerektiği ve yapısal dönüşüm talep eden bu süreçle baş edip edemeyeceği dile geliyor. Elbette dominant güç olarak Ak Parti’nin konumu önemli ancak süreç, tüm aktörler açısından “duvarın yıkılmasının ardından yeni bir şey yazılmadığı”gerçeğini hayati kılıyor.

Bu açıdan Türkiye’deki mücadelenin, “taraflar arası”olmaktan ziyade her politik kümenin kendisi ile mücadele olduğunu ifade etmek gerekiyor. Mukadderatımızın bu “kendi ile mücadelenin”sonucuna bağlı olduğu açık. Siyasetin “ontolojik”hüviyet arz ettiği, toplumun cendereye alındığı bir vasatta temel motivasyonun “var kalmak”, “görünür olmak”olduğu bir mücadelede tutturduğumuz tarz-ı siyasetle baskıcı siyasal düzeneği dağıttık. Cendere koşullarıyla mukayyet mücadelemiz, kapatılma tertibatının tasfiyesi anlamında iş gördü ancak bu iş görme, tarz-ı siyasetimizin tükenmesi pahasına oldu. Yıllarca kapatıldıkları vesayet mekaniğinde can çekişenlerin ezberleri aşındı. Vesayet düzeneğinin çökertilmesi ve çökertmeye odaklı siyasetin tükenişi tüm toplumsal kesimlerin önüne “yeni bir yol inşa etme”zarureti çıkartmıştır. Yolun nasıl olacağı, dikiş yerleri patlamış toplumsal dokumuzun nasıl onarılacağı, prangalarından kurtulan kesimlerin abartılı taleplerinin nasıl birbirine eklemleneği önümüzde duruyor.

Eskiden “şuna özgürlük”,“buna özgürlük”şeklinde yükselen talepler hem siyasal sisteme dönük anlamlı bir politik çıkışı ima ediyordu hem de temsil edilen kesimlere yeterli motivasyonu sağlıyordu. Geldiğimiz noktada Hemf’in “hem inandığımız hem de başkaldırdığımız bir şey kalmadı”tespitindeki gibi “açığa düşme”hali var. İleriye gitme, yeni bir yol açma teşebbüsünde zorlananları şehvetle çağıran eski ezberlerönümüzde duruyor. Bırakın eskiye dönmeyi mevcuda rıza göstermenin bile felaket olduğu zaman dilimindeyiz. Toplumu, toplumsal yönelimi taşıyabilecek anlamlı analizlere, söylemlere ihtiyacımız var. İhtiyacımızın farkında olmak hem sahici bir yüzleşmeyi hem de yapısal bir dönüşümü zorunlu kılıyor. Kendini muhafaza ederek değişim-dönüşümü başkasından bekleyen uyanıklığın geçerli olmadığı bir eşik burası; “gerçeğin çölü”.

“Kürt Meselesi”bu bağlamda “turnusol kağıdı”işlevi görebilecek nitelikte. Soruna ilişkin  egemen söylemin kifayetsiz ve tesirsiz kaldığıbir dönemdeyiz. Çözüm Süreci’ne dönülmesi, demokratik adımlarını atılması, barış, özgürlük vurguları içeriklerinden boşalmış şekilde ne toplumsal meşruiyete ne de siyasal yönelime yol açıyor. Vesayet döneminin ardından yaşanan bir gerçeklik var ve bu gerçekliğe uygun politik açılımlar yok. “Ahval değişince ahkam değişir”ilkesine uygun bir konumlanış yok tersine sosyolojik-siyasal gerçeklikten bağımsız şekilde çözümlemesini inatla devam ettiren aktörler var. Gerçeklik ile mütenasip ve onu taşıyabilecek derinlikte bir özdönüşüm yerine sosyal-siyasal gerçeklikten sadakat talep eden bir yabancılaşma var.

Süleyman Seyfi Öğünteör üzerine yaptığı makro bir çözümlemede sorun bağlamında dile gelen cari formülasyonun bir ucunda bek’a kaygısı üzerinden gidildiğinde meşruluk krizi, diğer ucunda ise liberalleşme adına geri çekilmelerin güdümlü teröre alan açtığını belirtiyordu ve bu sarmalın önümüzdeki yılların gel-gitli pratiğini oluştaracağını ifade ediyordu. “Kürt Meselesi”bağlamında söz konusu sarmalın karşı karşıya olduğumuz açmazı yakıcı bir şekilde ifade ettiği açık. Bu sarmalın dışına çıkılması ve yeni durumun gereklerine uygun bir söylemin inşası aciliyetini korurken üstelik ulusal-bölgesel gelişmelerin sorunu hergün yeniden kundakladığı bir espasta bildiğinden şaşmayan havariler gibi davranmak, büyüsü bozulmuş dünyaya büyüsü kalmamış sözlerle seslenmektir, dünün hükmünü bugüne giydirme teşebbüsüdür ve gerçekliğin kendisine karşı savaş ilanıdır. Bu açıdan, değişim-dönüşümün zorluğu karşısında baskıcı da olsa “eski cumhuriyetimizin zihinsel konfor sağlayan düzeneğine”sığınmanın hem kolay hem de hiçbir kafa karışıklığı yaratmaması, değişim-dönüşümü sizden değil hep ötekinden talep etmesi itibariyle ilgi çekici olmasınıanlamak mümkün. Lakin sevimsiz olan şu ki; eski Cumhuriyetimiz yok ve böyle devam ederse yenisinin olması da epey uzun sürecek.

Yazarın Önceki Yazıları
Yöneltme-Yönlendirme ve Ouroborosvari Sistemimiz! ( 28.01.2016 )
“Testler-Yazılılar” neyi söyler? ( 21.01.2016 )
“Ders Saati”: Kerameti kendinden menkul ( 14.01.2016 )
“Ev Ödevi: Enişte bizi niye öptü” ( 07.01.2016 )
Thukydides, Mecelle ve “Kandırıldık Ey Halkım” ( 31.12.2015 )
Türkiye’yi “bir imkâna”, “bir hayale”, “bir ütopyaya” çevirmek ( 24.12.2015 )
Milli Eğitim Bakanı Sayın Nabi Avcı’ya Mektup! ( 17.12.2015 )
“Tecrübe biriktiremiyoruz bari sertifika biriktirelim” ( 10.12.2015 )
“O mâhîler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler” ( 26.11.2015 )
Tüm Yazılarına ulaşmak için Tıklayın (122 yazı)

milatgazetesi.com
Türkiye üzerinden Suriye’ye girecek! – Milat Gazetesi
Suudi Arabistan’ın DAEŞ ile mücadele kapsamında Suriye’ye 150 bin askerlik ordu gönderme programı yürütüyor. Ordunun Suriye’ye Türkiye üzerinden girmesi planlanıyor.

Suriye’nin kuzeyine Türkiye üzerinden girecek birliklerin yürüteceği operasyonlar için ortak komuta merkezi oluşturulacağı da belirtildi.

150 BİN KİŞİLİK ORDU

Suriye’de rejim güçleri stratejik bölgelerde Rus hava desteğiyle ilerlerken Suudi Arabistan’ın DAEŞ ile mücadele kapsamında Suriye’ye 150 bin askerlik ordu gönderme programı yürüttüğü iddia edildi.

bCNN Arabic kanalının ismini gizli tuttuğu Suudi yetkililere göre çoğunluğunu Suudilerin kişilerin oluşturduğu orduda Mısır, Ürdün ve Sudan askerleri bulunuyor.

TÜRKİYE ÜZERİNDEN GİRECEKLER

Türkiye, Fas, Katar, Kuveyt, Bahreyn ve BAE de gerekli eğitimleri verdikten sonra operasyona katılmak üzere S. Arabistan’a birlikler gönderecek. Suriye’nin kuzeyine Türkiye üzerinden girecek birliklerin yürüteceği operasyonlar için ortak bir komuta merkezi oluşturulacağı da ileri sürüldü.

3 ASYA ÜLKESİ DE YER ALACAK

Asya ülkelerinden Malezya, Endonezya ve Brunei’nin de orduda yer alacakları ancak bu üçlü gücün, ayrı bir komutanlığa dahil olacağı bildirilirken ayrıntılarla ilgili henüz bilgi verilmediği de kaydedildi.

BAHREYN ÇOKTAN HAZIR

Suudi Arabistan’ın Suriye’de IŞİD’e karşı savaşmak için kara gücü göndermeye hazır olduklarını açıklamasından sonra Bahreyn, Riyad yönetimiyle birlikte Suriye’ye yönelik askeri harekat için hazır olduklarını bildirdi. Bahreyn’in İngiltere büyükelçisi Favaz bin Muhammed yaptığı açıklamada, terörizme karşı uluslararası koalisyona katılmak için ”Suudiler ile uyum içinde” çalışacaklarını belirtti.

“TEKİNİ SAĞ BIRAKMAYIZ”

Öte yandan Rusya Duma Meclisi Sözcüsü, Pavel Krasheninnikov, Suudi Arabistan’ın Suriye’ye kara birlikleri sevk etmesinin resmen savaş ilanı olacağını söylerken İran Devrim Muhafızları Komutanı Muhammed Ali Caferi de Suudi Arabistan’ın Suriye’de bir kara harekatı düzenlemek için cesaretinin olmadığını iddia ederek, ”Olur da gönderirlerse tekini sağ bırakmayız” dedi.

yeniakit.com.tr
Sürpriz var mı?

Cenevre’de uzlaşı sağlanamadı, Haleb düştü, onbinler Türkiye’ye doğru yola çıktı.

Ne zaman ABD ile Rusya görüşse, anlaşmazlık daha da derinleşiyor, Rusya’nın saldırganlığı artıyor.

Oyuna bakar mısınız, ABD, DAEŞ’e karşı PYD’yi destekliyor. PYD Esed’i destekliyor. Güya koalisyon bölgede barış ve güvenlik için bulunuyor. Dünyanın en güçlü ülkeleri dün ortaya çıkan bir örgütle başedemiyor.

NATO, mato, faso fiso.. Rusya ile güneyde de komşu olduk. Birileri tavşana kaç, tazıya tut diyor. Tam da kontrollü bunalım stratejisi dedikleri işte böyle bir şey.. Buradan şu çıkarımı yapabiliriz. Bölgede DAEŞ niçin varsa, ABD, Rusya ve İran da onun için var.. Bu işin uzamasının sebebi kendi aralarında Suriye’yi paylaşamadıkları için. Bu arada; Türkiye’yi kendi sorunları ile uğraştırarak sürecin dışında tutmaya çalışıyorlar.. Onun için PKK ve Paralel yapıyı devreye sokuyorlar..

ABD ve AB bir yandan petrol piyasasında savaşırken, Suriye konusunda paslaşıyorlar.. Birbirlerinin varlıklarını bölgede kendi varlıklarının bahanesi olarak kullanıyorlar. Ben ve amca oğlum savaştayız, ben ve amca oğlum düşmanla savaştayız. Bu hesap, tam da o hesap..

Bölgede kirli bir oyun oynanıyor. Koyun can derdinde, kasap et derdinde. Suriye halkının trajedisi uluslararası arenada bir çok kimseyi çok fazla ilgilendirmiyor.. İslam Konferansı, Arap Birliği de sessiz. BM, AB kör, sağır ve dilsiz. Batı bir kez daha suçüstü oldu. Dünyaya öğütleyip durduğu insan haklarından eser yok.

Türkiye, Suudi Arabistan’la birlikte İslam Konferansı ve Arap Birliği’ni, her iki örgüt üzerinden Afrika Birliği’ni, bu üç örgüt üzerinden 3. dünya ülkelerini harekete geçirerek BM’yi zorlamaya çalışıyor.

Suriye’de gelinen nokta Türkiye’nin kırmızı çizgilerini zorluyor. Asıl mesele DAEŞ ise, Türkiye ve Suudi Arabistan bir kara operasyonu ile bu işi bitirebilir. Ama asıl mesele sanki başka gibi.

Hiç bir şey göründüğü gibi değil. Sur’da yaralılar arasında yabancı istihbarat örgütlerine bağlı kişilerin olduğu için yaralıların teslim edilmediği söyleniyor. Sabancı suikastında, Dink cinayetinde, Yazıcıoğlu olayında Paralel yapının parmağı olduğu söyleniyor. Bu alemde kimin eli kimin cebinde belli değil. Aslında bu iddialar sürpriz değil. Ama bu işi PKK ve Paralel yapıya yıkmak da bana kalırsa kolaycı bir yaklaşım. Bir adım ötesine geçtiğimizde PKK ve Paralel yapı ya da DAEŞ gibi vitrinin önünde birbiri ile savaşır gibi görünen örgütlerin arkasındaki sponsorlar aslında bildik çevreler ve yüzler değil mi.. Niye gerçek aktörden değil de figüranlardan, vitrinde bize gösterilen oyunculardan söz ediyoruz. Kibridi gözümüze çok yaklaştırırsak, arkasında kocaman bir ormanı kaybederiz. Tetiği kimin çekeceğine karar veren kim ona bakalım, tetiği çeken bunlardan herhangi biri ya da bir başkası olabilir. Ya da daha başka biri yapıp bunlardan birinin kimlik kartını bırakabilir..

Daha önce Almanya örneğini yazdım. Artık ne tek bir Amerika var, ne tek bir Almanya..

Kambersiz düğün olur mu? İsrail’in ya da Vatikan’ın nerede başlayıp nerede bittiğini bilen var mı? Rusya yarım dünya da, İngiltere ve Fransa normal bir devlet mi..

Yaşanan kriz kapitalizmin krizi. 1 ve 2. Dünya Savaşları sonrası kurulan uluslararası düzen çöktü. Yeni inşa edilecek düzen Paralel yapı ve BOP çerçevesinde AK Parti üzerinden kurgulanacaktı ama olmadı. Yerine koyacakları bir alternatifleri de yok. Suriye fermuarın ilk çentiği, Suriye’yi kaybederlerse domino etkisi ile önce İsrail’i, ardından Avrupa’yı kaybedeceklerini, bir adım sonrasında da sıranın ABD’ye gelmesinden korkuyorlar. O zaman ne BM kalacak, ne AB, ne de NATO. Kapitalizm bütün kavram ve kurumları ile çökecek.

Rusya bu yeniden yapılanma sürecinde masada olmak istiyor. Batı, Türkiye’yi masada görmek istemiyor. Çin ve Hindistan bir uzlaşı olmayacağını gördüğü için, bir adım sonrası için kenarda bekliyor. Selam dua ile…

Bu makale 16.516

kez okundu

Sınır ihlali yapan Rusların uçağını düşürdüğümüzde..

Tayyip Erdoğan’a zarar vereceğini düşünerek.

Putin’e destek vermek için..

Rus oldular..

Tayyip Erdoğan, Esed’in gitmesini istiyor ya..

Erdoğan’a karşı..

Kendi halkını katleden Esed’i desteklemek için..

Dürzi oldular..

DAEŞ’in Paris saldırısını bahane edip.. Saldırganların Türkiye’den gittiği mavalları ile..

Yine Tayyip Erdoğan düşmanlığı yapabilmek için..

Fransa’daki saldırılarda ölenlere destek verme adı altında..

Fransız oldular.

Erdoğan’ın Ortadoğu ülkeleri üzerindeki itibarını kırmak için.. Türkiye’yi güçsüzleştirmek için.. Sözde Ermeni soykırımını gündemde tutmaya soyunup..

Ermeni oldular.

Mavi Marmara gemisinde 10 vatandaşımızı şehit eden İsrail’in sözcülüğüne soyunup..

“Ama Türkiye de, işi çok uzatıyor” bahanesini öne sürüp..

İsrailli oldular..

Kısa geçeyim..

Hrant oldular.

Berkin oldular..

Geyleri destekleyip, “Hepimiz ibneyiz” sloganı ile ibne oldular..

Şimdi sıra..

“Ekvadorlu olmak”ta imiş.

Onu da oldular.

Maksat..

Tayyip Erdoğan’a düşmanlık olsun da..

Ne olursa olsun..

“Her halt yeriz, her halt oluruz abi” moduna girmiş, hazır kıta bekliyorlar..

Her fırsatı değerlendiriyor, halkın % 52 oyla seçtiği Cumhurbaşkanı’na kinlerini döküyorlar..

Olay ne?

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Ekvador’da Meclis’te konuşurken..

Üç tane PKK’lı..

“Yaşasın özgür Kürdistan” sloganı atmış.

İlaveten..

“Türkiye eşittir DAEŞ” diye de bir pankart açmışlar..

Mesaj belli..

Terör örgütü PKK yandaşlığı yaparak..

PKK’nın korkulu rüyası olan.. Ama kendisi de terör örgütü konumundaki DAEŞ’in, Türkiye’den destek aldığı izlenimini, dünyaya yaymak..

Konuşmanın yapıldığı Meclis’te düzenin bozulduğunu gören güvenlik görevlileri, PKK’lıları dışarı çıkarıyor..

Böyle bir olayda..

Türk medyasını, hangi noktada görmek istersiniz?

Tabii ki Cumhurbaşkanı’nın yanında..

Tabii ki PKK’lıların karşısında..

Bizim Türk medyası ne yapıyor?

Cumhurbaşkanı’nın karşısında..

PKK’lıların yanında duruyorlar..

Protestocular, PKK söyleminde olmasalar..

“Bu medyadan ne bekliyoruz ki.. Zaten sabahtan akşama kadar, kendileri Tayyip Erdoğan’a küfrediyorlar.. Ekvador’daki kankalarına da sahip çıkmışlar, çok mu” derim..

Ama protestocular..

Erdoğan’a karşı çıkarken..

Genel anlamda protesto yapmıyorlar ki..

“PKK yandaşlığı” da yapıyorlar..

Bu durumda..

Hemen her gün.. İki üç şehidimiz var iken..

Ekvador’da PKK sözcülüğü yapanlara, Türkiye’deki medya organlarının sahip çıkması, kabul edilebilir bir durum mudur?

Sözcü gazetesi,  “Kıtalararası dayak” diyor..

Protestocuların PKK yandaşlığını gizleyip..

Protestoyu, “Türkiye’nin DAEŞ’e destek vermesi”ne bağlıyor..

Nasıl destek veriyor ise?!

Cumhuriyet gazetesi, daha cesur..

“Erdoğan şiddeti Ekvador’da” diyor..

Devamında da.. Protestocuların PKK’lı olduklarını, “Yaşasın özgür Kürdistan” sloganı attıklarını hatırlatarak, gerçeği deşifre ediyor..

Ardından da..

Ekvadorlu yetkililerin Twitter’dan yaptıkları açıklamalarla, haberlerini güzelleştiriyorlar!

Meclis Başkanı, Twitter mesajında protestocuların çıkarılmasını kınamış.

Dışişleri Bakanı, Twitter aracılığı ile, olayı “kabul edilemez” bulmuş.

İçişleri Bakanı attığı tweette, “konunun sorgulanacağı”nı açıklamış..

Hatta Türkiye’ye nota verilmeye hazırlanılıyormuş..

Sanki bu adamlar Ekvador’da değil..

Onlar izinli iken.. Tayyip Erdoğan Ekvador’a gelmiş..Protestoculara hakkettikleri dilden konuşulmuş..

Sonrasında da, bu bakanlar olayı duyunca..

Kınamalarda bulunuyorlar!

Protestocuların dışarı çıkarılması yanlış ise..

Ekvador’un polisi nerdeydi?.. Engelleseydi ya..

Meclis Başkanı, madem PKK’lı protestoculara sahip çıkacak..

Onlara ağızlarının payı verildikten sonra niye açıklama yapıyor? Olay sırasında müdahil olsaydı ya..

Ekvador’un Dışişleri Bakanı, madem nota vermeyi düşünüyor ise..

Düşündüğünü hayata geçirseydi ya..

Niçin bu hatırlatmaları yapıyorum?

Bunların hepsi palavra da, onun için.

Türk medyası, Ekvadorlulara akıl veriyor.. “Böyle yapın” diyorlar!

PKK’lılara yandaşlık yapıp..

Tayyip Erdoğan’ı zora düşüreceklerini sanıyorlar..

Oysa yaptıkları her hainlik..

Tayyip Erdoğan’ın yanına..

Yüz binlerce insanı çekiyor..

Seçim sonuçları ortada..

Onlar Ermeni oldukça..

Erdoğan’ın oyu artıyor..

Onlar Rus oldukça, Fransız oldukça..

Erdoğan’ın sevdikleri artıyor..

Onlar gey, ibne oldukça..

Erdoğan’a gönülden bağlı olanların sayısı zirve yapıyor..

Erdoğan karşıtlarının..

Bir tek olmadıkları..

“Ekvadorlu olmak” idi..

Şimdi açıktan..

O protestocu PKK’lılara destek çıkarak..

“Hepimiz Ekvadorlu PKK’lılarız” sloganı atmaya başlarlarsa..

Hiç şaşırmayın..

Bunlar Ekvadorlu olunca ne olacak?

Hiiç..

Erdoğan aldığı oylarda, bir rekor daha kıracak!

yeniakit.com.tr
Suriye’deki son gelişmeler ve etkileri

Son birkaç haftada Suriye’de dengeler tehlikeli bir şekilde değişti. Malum, bunun sebebi Rusya’nın savaşa aktif olarak katılmasıdır. Esed rejiminin ayakta kalacak gücü kalmayınca, Rusya’yı Suriye’yi işgal etmeye çağırdı.

Bu gelişmeler sadece bölgede değil, dünyada da dengeleri değiştirecek cinstendir. Zira Rusya’nın hem Suriye hem de Akdeniz’deki gaz yatakları üzerinde emperyalist planları sabittir. Ana hedeflerinden bir tanesi de Türkiye’yi bu bölgeden söküp atmaktır.

Sahil bölgesinden başlayalım. Rusya mutedil direniş mevzilerini ve sivil yerleşim alanlarını havadan bombalıyor. Bunun sağladığı avantajla Baas rejim güçleri Şiî milislerle beraber Türkmenlerin yaşadığı bölgelerin önemli kısmını kontrolüne geçirmeyi başardı.

Bu bölge, Kürt bölgesiyle Kuzey’den Nusayrî’lerin dağlık bölgesini birbirinden ayırmaktadır. Dolayısıyla Esed güçleri Rus, İran ve Hizbullah güçleriyle beraber Türkiye’nin sınırlarına dayanmış bulunmaktadır. Bu da ülkemize direkt bir tehdittir.

Halep’e yapılan vahşi saldırılar onbinlerce Suriyeli mağdurun daha sınırımıza dayanmasını getirdi. Sayı giderek artacak. Böyle giderse 200 bin kişi daha sınıra dayanacak. Olayı yakından takip eden Suriyeli akademisyenlerin verdiği bilgiye göre geçen hafta giriş yapanların sayısı 5642’ye ulaşmış durumdadır.

Yine onların verdiği bilgiye göre dünyanın dört bir tarafından Suriye’ye savaşa giden Şiî milisler bu bölgelere yerleştirilmektedir. Çünkü yapılmak istenen; Şam’da Seyyideti Zeynep mıntıkasında ve Humus’ta olduğu gibi köklü demografik değişiklikler yapmaktır. Sözün özü; Suriye Sünnî nüfustan arındırılıyor. Ezidileri kurtarmak için seferber olan dünyanın bu göç dalgası karşısında suskun olması zaten çok şeyi anlatıyor.

Halep Kırsalı’nın Kuzeyi’nde de tehlikeli gelişmeler yaşanıyor. Rus saldırılarının da desteğiyle Esed güçleri ve dünyanın birçok yerinden gelmiş farklı etnik kökenlerden oluşan Şiî milisleri, 3.5 senedir kuşatma altında olan Şiî yerleşim yerleri Nübbel ve Ez-Zehra’ya ulaşabildi. Bu olayın doğuracağı sonuçlar Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir.

Şöyle ki, Azez bölgesi ve etrafındaki daha önceden kurtarılmış yaklaşık 30 köy şimdi Güney’den Baas rejimi, Doğu’dan DAEŞ, Batı’dan da PYD’nin kuşatması altına girmiştir. Bu hâl böyle devam ederse birkaç haftaya kalmaz buralar düşebilir. Bunun manası da bu güçlerin Türkiye sınır kapısına dayanması demektir.

Türkiye’nin, ‘PKK’nın Fırat Nehri’nin Batısı’na geçmesi kırmızı çizgimizdir’ ilanı delinmiş durumdadır. Çünkü PKK güçleri Suriye Demokratik Güçleri bayrağı altında bu sınırı geçmiş bulunmaktadır. Zaten bunun tafsilatını bazı duyarlı gazeteler yazıp durmaktadır.

Türkiye neler yapmalıdır?

Bıçak kemiğe dayanmış durumdadır ve dolayısıyla Türkiye cesur kararlar almak zorundadır. Keşke bunları baştan yapsaydı. Türkiye, kendi sınırına ve oradan da belki kendi içine çekilecek bu savaşı Suriye içine sınırından uzak bölgelere taşımak zorundadır. Mutedil mukavemet grupları silahlandırmalıdır. Bunu sadece sınır boyunda değil, Suriye’nin diğer iç bölgelerinde de yapmalıdır.

Suriye içinde Kürtlerin haklı taleplerine sahip çıkmalıdır. Bu meyanda Suriyeli Kürtleri PYD’nin insafına terketmemeli, muhalif Kürtleri desteklemelidir.

Suriye’deki mutedil mukavemet hareketlerine yaklaşımını, ABD’nin bu  hareketleri kendine göre tasnifini esas almadan belirlemeli, ülkenin ve bölgenin maslahatlarına uygun şekilde desteklemelidir. Olayların da gösterdiği gibi ABD ve Rusya bir ittifak içindedirler. Bu yüzden ABD’ye fazla güvenmemelidir.

Türkiye ve bölge üzerine oynanan oyunları; bölgede haritaların yeniden nasıl çizilmek istendiğini, bu tuzaklar gerçekleşirse bir yüzyılı daha nasıl kaybedeceğimizi halkımıza daha fazla anlatmalı ve meselenin hakiki yüzünün ne olduğunu göstererek halk arasında meseleye karşı duyarlılık meydana getirmelidir.

Oyun, Türkiye’yi Ortadoğu’dan ve bahusus Suriye’den koparıp atma esasına göre kurulmuştur. Güçlü, istikrarlı, kök değerleriyle barışık, bölgede oyun bozabilen bir Türkiye istemiyorlar.

Bu makale 3.842

kez okundu

yeniakit.com.tr
Sayın Cumhurbaşkanı ile “Merhum Hasan Abi” sohbeti

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la Şili, Peru, Ekvador, Senegal programı dönüş yolunda bir saatlik söyleşi…

Ardından, on beş dakikalık sohbet…

Bu Hasan Karakaya abimizin vefat edişinden sonraki ilk yurt dışı seyahatimizdi.

Sayın Cumhurbaşkanımız, yurt dışı programlarında Hasan Abi’nin mutlaka olmasını isterdi.

Güney Amerika dönüş yolunda dertleştik.

Dedi ki Sayın Erdoğan:

“Hasan’ımı canım gibi severdim. Bende büyük bir boşluk oluştu onun vefatından sonra. Sen de onu çok severdin, biliyorum.”

Ben de, bir “vazife” duygusuyla merhum Hasan Karakaya abinin Sayın Cumhurbaşkanımızı nasıl sevdiğini, ne büyük bağlılık duyduğunu, bir saldırı sözkonusu olduğunda kendisine yapılmıştan daha fazla öfkelendiğini anlattım.

Sayın Cumhurbaşkanımızın yüksek müsaadeleriyle duygu ve düşüncelerimi şöyle dile getirdim:

“Muhafazakâr camiada, marifetlere pek iltifat gösterilmez. Bir davadan bahsedilir hep, bu davanın kurucuları vardır, bir de bu kurucuların emrinde çalışması gereken, onların etrafında bulunmaktan şeref duyması gereken sıradan insanlar! Bu insanlar, ne kadar büyük özveride bulunmuş olurlarsa olsunlar, ne kadar büyük marifetler ortaya koymuş olurlarsa olsunlar, sonunda bir ‘dava’nın hizmetkârıdırlar! Sıradan insanlardır!”

Dedim ki devamında;

“Sayın Cumhurbaşkanım; merhum Hasan Abi, sizden öylesine büyük bir yakınlık gördü ki, sizin gösterdiğiniz yakınlığa öyle sığındı ki, diğer bütün dertlerini örttü bu ilginiz, şefkatiniz. O’nun hedefe yerleştirildiği dönemlerde, itibar suikastına maruz bırakıldığı günlerde yanınıza aldınız, marifetlerine iltifat gösterdiniz, bunu yaptığınız için şahsınıza da saldırdılar, aldırmadınız, en yakınınızda tuttunuz, bu görüntüyü de düşman çatlatırcasına verdiniz. Hasan Abi’ye gösterdiğiniz bu ilgi, bu şefkat O’nun için milyon maaş ikramiyeden milyon kat kıymetliydi.”

Sayın Cumhurbaşkanımız, Hasan Karakaya Abi’nin kendisine olan muhabbetinin, Hasan Karakaya Abi’nin “çile ortağının” ifadeleriyle tasdiklenmesinden memnun olduğunu belli etti.

“Allah ondan razı olsun, mekânı Cennet olsun.”

Sayın Cumhurbaşkanımız, Hasan Abi’yi çok sevdi.

Niçin?

Hasan Abi oynamazdı, lafı kıvırmazdı, özü sözü birdi, sevdi mi adam gibi severdi, delikanlıydı, milliydi, yerliydi, çile adamıydı, dava adamıydı, yürek adamıydı…

Recep Tayyip Erdoğan çok iyi bilirdi ki, Hasan Karakaya asla satmazdı.

Recep Tayyip Erdoğan çok iyi bilirdi ki, içindekini dışa vuran, kalbiyle beyni barışık, omurgalı insandan zarar gelmezdi.

Ne yazık ki, Hasan Karakaya’ların nesli tükeniyor.

Ne yazık ki, özü ile sözü bir olmayan, sözleri ile yaptıkları, görüntüleri ile gerçekleri arasında büyük farklar bulunan yöneticiler ve bunların karşısında el pençe divan duran işe yaramaz yönetilen takımı arasındaki ittifaklar ortaya kalitesiz, seviyesiz ürünler çıkartıyor.

Sayın Cumhurbaşkanımız, ‘Hasan Karakaya’lar gibi omurgalı ve aynı zamanda işinde başarılı isimleri öne çıkartmak, onlara sahip çıkmak suretiyle farkını ortaya koyuyor, bizlere güzel bir misal veriyor.

Biz daha çok medya kısmını biliriz;

Ali Adakoğlu, Turgay Güler, Murat Kelkitlioğlu, Murat Çiçek, Selçuk Tepeli, Serdar Karagöz, Fatin Dağıstanlı, Kenan Kıran, Murat Alan, İsmail Uğur, Bayram Zilan gibi “yeni jenerasyonun” kabiliyetli, başarılı, omurgalı isimlerine başkaları da eklenecek inşallah.

Marifet iltifata tabi.

SİGARA MESELESİ

Bilinir mi bilmem;

Rahmetli Hasan Karakaya abiye sigarayı bıraktıran Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dı.

Hasan Abi, sigarayı öyle severdi ki, Sayın Erdoğan’dan başkası asla bıraktıramazdı.

Bir küçük not.

Bu makale 5.606

kez okundu

yeniakit.com.tr
Ergenlik çağı en zor dönem

Değerli okuyucularım, ergenlik 13 yaşından 19 yaşına kadar süren ve ana-babaların en çok sınanacakları dönemdir. Her anne-baba, “Bütün ergenlik çağındaki gençler zorluk çıkarır” kavramını bilmelerine rağmen, yine de hayal kırıklığına uğrarlar.

İlkokul yıllarında çok uyumlu, söz dinleyen çocuğumuz ergenlik dönemine geldiğinde, farklı tepki ve davranışlar sergiler, bu da bizi hazırlıksız yakalar ve şaşırtır. Çünkü biz anne ve babalar, çocuğumuzun büyüdükçe daha olgunlaşacağını, uyumlu olacağını düşünürüz. Oysa bu dönemde genç, çalkantılı ve zor bir döneme girmiştir.
Ergenlik döneminde genç, çabuk sevinir, çabuk üzülür, duygularında hızlı iniş çıkışlar gösterir. Nerede, nasıl davranacağı belli olmaz, çabuk sinirlenir, olur olmaz her şeyi sorun yapar. Derslere karşı ilgisi azalmış, çalışma düzeni bozulmuştur. Evde anne-babasının öğütlerine kulak asmaz, her şeye kendi karar vermek ister. Kendisine kural konulmaktan hoşlanmaz, anne-babaya ters gelen davranışları sürdürmekten zevk alır.

Bu çağda genç yeni arayışlar içindedir, kendi kişiliğini sürekli sorgular. Ailesiyle olmaktan çok arkadaşlarıyla beraber olmak ister, onlarla üzüntülerini sevinçlerini paylaşır. Evde arkadaşları hakkında kötü söz söylenmesine tepkiyle karşılık verir. Anne-baba ise çocuğunun, kötü arkadaşlara uyup baştan çıkacağından korkar, çocuğunun arkadaşlarını sıkı denetler, hatta onlarla görüşmesini yasaklarsa, bu tutum, genci daha çok yanlışlara götürür. Eminim siz de, bu satırları okurken, kendi gençliğinize gittiniz. Aslında çocuğumuzu daha iyi anlayabilmek için kendimize şu soruyu sık sık sormalıyız; “Ben de genç oldum, sergilediğim davranışlar hep olumlu, tutarlı davranışlar mıydı? Ben de hatalar yapmadım mı?” Sanırım bu soruya cevap verdiğimizde, çocuklarımızla daha iyi iletişim kurabileceğiz.

Ergenlik dönemi özlem duyulan bir yaşam dilimi olmadığı gibi, gelişmekte olan çocuk için de yaşanması oldukça zor bir evredir. Bu evre, gence hiçbir şey anlatamadığımız için, anlatma çabasının yoğun olarak sürdürüldüğü bir dönem olarak açıklanabilir. Çevresinin istediği biçimde davranmak ve duygularını gizlemek için ergen içine kapanır. Ergenin kontrol altında tuttuğu duyguları çoğunlukla sosyal grup tarafından hoş karşılanmayan korku, öfke, kıskançlık gibi duygulardır.
Karamsarlık, gerçekle ilgili çatışmalar, kişisel üzüntü ve şüphelerin sonucunda oluşur. Güvensizlik duygusu ve çevrenin takdirini kazanma arzusu, gencin başarısızlıklarını incelemesine yol açar ki, bunun sonucunda da genç kendisini yetersiz bulduğunda içine çekilebilir. İşte bu tür farklı etkenler, gencin duygusal dünyasında dengesizliklere neden olur. Örneğin, bir gün önce çok neşeli olan genç, diğer gün üzüntülü, içine kapanık olabilir.

Bir ergen danışanım, içinde bulunduğu ruhsal durumu şu sözlerle dile getiriyordu: “Kendimi çoğu zaman boşlukta hissediyorum. Uyumak ve unutmak istiyorum. Her şeye yeniden başlayabilmek istiyorum. Ağlamak her an boğazımda ama düğüm düğüm. Boş baktığımı hissediyorum. Arkadaşlarım dışında, ailemden kimse beni anlamıyor. Hiç tanımadığım bir yere, hiç tanımadığım huzur içinde insanların yanına gitmek istiyorum.”

Bu gençle yapılan terapi seanslarında sorunların ana kaynağı ortaya çıktı; bu kızımızın anne babası altı ay önce ayrılmışlar. Kızımız babasına çok düşkünmüş ama babası başka bir şehirde yaşadığı için onu göremiyormuş. Annesi de boşanmadan dolayı eşini suçluyormuş. Kızına devamlı; “Baban yüzünden ayrıldık. Bize bu kötülükleri yapmasına rağmen onu seviyorsun” deyip babayı kötülüyormuş. Yapılan en korkunç hata bu; oysa sadece anne babadan boşanmış, çocuğu değil. Kızının ruh sağlığının iyi olması için anne hiçbir zaman babayı kötülememeli.

Ergenlik döneminde psikolojik yardım alma süreci reddedilebilir. Kendisinde değil de ailesinde sorun olduğunu öne süren bir ergenin tedavi için zorlanmaması gerekmektedir. Eleştiri ve öfke ile bu dönemde hiçbir sorun çözülmez. Terapi önerilecek ergene, bu terapiye ailecek gideceğinizi, herkesin ailedeki rollerinin neler olduğunu öğrenmesi gerektiğini, iyi ve mutlu bir aile olmak için çaba göstermek istediğinizi iletin. Bu mesajınızı alan ergen kendisini suçlanmış hissetmeyecek ve terapiye uyum gösterecektir.

Aile terapisi süreçlerinde, danışan ve aile içi ilişkilerde meydana gelen çatışmalar, iletişim kalıpları, ebeveynlerin yaklaşımları terapistlerle birlikte değerlendirilmektedir. Böylece aile ergenin uyum ve davranış sorunları karşısında terapi sürecine katılarak, tedavi gücünü harekete geçirir.

Gençlerimizi anlayabilmeniz ve onlara empati kurarak yaklaşmanız duasıyla Allah’a emanet olunuz.

PSİKOTERAPİST

KIVANÇ TIĞLI BULUT

DNŞ. TEL: 0212 503 79 95

Bu makale 4.078

kez okundu

yeniakit.com.tr
Zağros mu, Doçka mı, Yazar Şov mu?

Sözcü gazetesinin laik efesi PKK’nın Zağros isimli keskin nişancı silahı üzerine bir yazı yazınca, gazetelerden Amerikan elçisine kadar herkes konuya balıklama atladı. PKK’nın keskin nişancı (Sniper) silahı Amerikalıların BFG-50A isimli tüfeği mi yoksa farklı tüfeklerin parçalarının bir araya getirilmesiyle oluşturduğu bir silah mı? Yazıya bakınca meşhur yazarın derdinin her zaman ki gibi hükümeti bir sniper gibi avlamak olduğu belli oluyor. Yalnız biraz araştırınca yazdıklarının kendisine ait olmadığı hemen ortaya çıkıyor. Yazarımız, 28 Eylül 2015’te Urla Express isimli sitede, Aliye Bozkurt isimli yazarın “Tarihten Gelen Kuyruk Acıları Var” isimli yazıdan (ç)alıntılar yaparak hem kendisini hem okurlarını deşarj edip bir güzel rahatlamış.

Doğrusu bu zatın başka bir köşeden intihal yapmasını beklemiyordum. Bu kadar okunup üstüne bir de iyi paralar almanın bir bedeli olmalı. Mesela yazmak için araştırma yapmalı. Başkasından alıntı yapılacaksa referans verilmeli ve bilginin doğruluğu teyit edilmeli. Fakat her ne yazsa okuyan ve inanan saftirik okurlarının işin aslını araştırmak yerine, yazıyı okuyup rahatlamayı tercih edeceklerini biliyor olmalı ki masa başında yazmayı da bırakıp daha kolay olanı yani alıntı yapmayı tercih etmiş.

Yazıdaki iddiasına göre “Zağros, Dragunov ve Doçka silahlarının parçalarının birleştirilmesiyle üretilmiyor. Çünkü PKK’nın silah üretecek kapasitesi yok. Zağros aslında Amerikan malı BFG-50A. Amerikalılar PYD’ye, onlar da PKK’ya veriyorlar. PKK sokak savaşını Kobani’de öğrendikten sonra gelip Cizre ve Sur’da denedi. Kobani’nin kurtuluşunu da Barzani’nin Peşmergelerini Suriye’ye sokan hükümet sağladı.”

Yazılanlardan PKK’nın silah üretme kapasitesinin olmaması hariç hiç birisi doğru değil (yazılanların yanlış olması da yazarın umurunda değil. Zaten yazı da yazarın değil). Bir keskin nişancı (Sniper) silahı yapmak bilenler için sanıldığından kolaydır. Amazon.com’da silahın nasıl yapılacağını gösteren kitaplar bile satılıyor. Youtube’da 400 dolara mal edilmiş silahı izleyebilirsiniz. PKK da iki farklı silahın parçalarını birbirine monte edip ortaya yeni bir silah çıkarmış ve adını Zağros koymuş. Böyle bir silah üretmek bir başarı hikayesi değildir. Suriye ve Irak’ta roket bile üretiliyor. Dolayısıyla Zağros Amerikan malı BFG-50A değildir. Zaten birinde şarjör var, diğerinde yok. Fakat bu durum Amerikalıların PYD’ye silah verdiği gerçeğini de değiştirmiyor. Sadece piyade ve keskin nişancı tüfeği olarak verilen silah sayısı 45000 adet. İçlerinde BFG-50A olmasa da başka marka sniper silahları mevcut.

Kobani’ye giren Peşmergelere gelince; kafa bidondan olunca hükümetin Kobani ‘nin PYD’nin kontrolüne geçmemesi için Barzani güçlerinin geçişine izin verdiğini anlayamıyor. Anlasa da hükümeti övecek değil ama neyse… PKK’lıların şehir savaşını Kobani’den öğrendiği iddiası da yanlış olmasa da üzerinde durulmayacak kadar önemsizdir. Örgüt, şehir savaşını başlattığı günden beri her gün en az 20 militanını kaybediyor. Böyle başarısız bir taktik Kobani’de öğrenilse ne olur ki?

İntihal bilgilerle laf cambazlığı yaparak hem şöhreti yakalayıp hem de en zor dönemlerden birinde devletini kalemiyle taciz eden bu ve bunun gibi neo-ittihatçı yazarların memleket gibi bir dertleri yok. Terör örgütünün farklı kanasların parçalarını bir araya getirip yeni bir sniper silahı yapması gibi bu zevat da sağdan-soldan, yalan-yanlış bilgi toplayıp devlet yöneticilerini nişan alıyor. Örgüt askere Zağros’la, laik militanlarsa hükümete kelimelerle saldırıyor. Son 13 yılda değişen ve yetişen nesillerin artık arkaik, beyaz Türk modernizmine ve diktasına yenilmeyecek kadar güçlendiğini anlamadılar hâlâ. Ne Zağroslar, ne de köşe yazıları, kemale ermiş Yeni Türkiye’yi durdurabilir. Onlara geçmiş olsun.

Bu makale 5.050

kez okundu

11

SON İRADE” üzerine bir yorum

Yorum bırakın